ARTHUR



1981 yapımı filmde, Arthur Bach(Dudley Moore) başrolde. Çok zengin ve sürekli sarhoş olan keyifli bir adamın aşkı keşfedişi ya da aşkla büyümesi. İşte benim de filmin içinden keşfettiklerim:

*Arthur yeni tanıştığı fahişeyle sohbet ediyor;
kız:Mesleğin ne?
Arhtur:Araba yarışı yaparım.Tenis oynarım.Kadınları okşarım, ama hafta sonlarım boştur ve kendi kendimin patronuyum.

*Arhtur bir ülkenin çok küçük olduğundan bahsediyor;
-Geçenlerde, tüm ülkeye halı döşendi.
-Bir ucundan diğerine taksiyle gitmek 85 cent.

*Yine fahişe kız ile sohbet ediyor;
kız: Ne kadar zenginsin?
Arthur:Tüm söyleyebileceğim keşke her kuruşu için, bir kuruşum olsaydı.

*Arthur nişanlanmak üzere;
nişanlısı:Her içen şair olmaz.
Arhtur:Bazılarımız da şair olmadığımız için içeriz.

*Arhtur yoksul bir aşık olmanın hayalini kuruyor;
-Şeyler gibi olacağız, metroda el ele tutuşmuş yoksul çiftler gibi.
-İş bulacağım! Çalışacağım! Ben işten gelirim.Sen ütü yapıyor olursun.
-Ucuz, mide bulandırıcı bir yemek yeriz.

AŞK-Elif Şafak


Asıl karakterlerin adı: ELLA ve A.Z.Zahara


Elif Şafak, kitabın kapak rengine kadar eleştirilmiş olsa bile bence muhteşem bir kitaptı. Ben bu kitabı bitirdiğimde daha donanımlı bir bakış açısına sahip oldum. İşte içeriğinden seçilenler:

*İpekböceği kozadan çıkarken alın teriyle ördüğü ipeği yırtıp parçalar. Bu yüzden çiftçiler ya ipeği seçerler, ya ipekböceğini. İkisini birden koruyamazlar.
*Akılcı kararlar alıp planlar yaparak hayatımızın akışını denetleyebileceğimizi zannediyoruz. Oysa balık yüzdüğü okyanusu denetleyebilir mi?
*Önümüzde uzanan yedi ayrı basamak.
-İlk basamak Nefs-i Emmare. Buraya demir atmış kişileri hemen tanırsın. Hep başkalarını suçlar, eleştirir, çekiştirir; nefes alır gibi doğallıkla dedikodu ve iftira eder; katiyen kendilerinde kusur bulmaz.
-İkincisi Nefs-i Levvame. Yani suçlanan yahut kınanan nefs. Bu makam bir bakıma öncekinin tam tersidir. Burada kişi hep başkalarını suçlayacağına, sürekli kendinde kusur bulur. Alem güzel, ben çirkin aşamasıdır bu.
-Üçüncü mertebede kişi biraz daha pişer. Nefs-i Mülhime'ye erişir. Teslimeyet denilen halin nasıl bir özgürlük olduğunu kıyısından köşesinden hissetmeye başlar. Ahenkli ve renklidir ya burası, nice kişi daha öteye gitme iradesini, basiretini veya cesaretini gösteremez.
-Burdan öteye gitmeyi başaran kişi Nefs-i Mutmaine safhasına ulaşır. Tatmin olmuş nefs adı verilir. Gözü doymuş, gönlü genişlenmiştir. Para pul, ad san, mal mülk makam derdinde değildir.
-Burdan ötesi Tevhid Şehri'dir. Oraya ulaşabilen insan hakikaten çok azdır. Ve onlar, Allah kendilerini hangi hale sokarsa soksun, mesut, munis ve müteşekkirdir. Nefs-i Raziye'ye erdiklerinden dünyevi meselelere aldırmaz, aldanmazlar.
-Sonraki makam, Nefs-i Mazriye'dir. buraya ulaşan kişi başkalarına deniz feneri olur. Işığını kime isterse ona tutar, sönmeyen bir kandil gibi aydınlatır.
-Yedinci ve sonuncu makam kişi Nefs-i Kamile'ye ulaşır. Burada ayrı bir 'benlik' zannı toz duman olur. Ama bu makamı bilen, bilse de hakkında konuşan olmadığından oradan bakınca alemin nasıl göründüğüne dair malumatımız sınırlıdır.
*Şeriat der ki:"Seninki senin, benimki benim." Tarikat der ki:"Senin ki senin, benimki de senin." Marifet der ki :"Ne benimki var ne seninki." Hakikat der ki:"Ne sen varsın, ne ben."
*Bir hikaye.
Mecnun'un Leyla'yı delidivane sevdiğini duyan Halife Harun Reşit Leyla'yı pek merak edermiş.
"Mecnun'u bu kadar mest ettiğine göre bu Leyla çok güzel bir kadın olmalı"dermiş kendi kendine.Giderek merakı katlanmış, bildiği ne kadar Ali Cengiz oyunu varsa oynamış. En nihayetinde Leyla'yı bulup, Halife'nin sarayına getirmişler. Süsleyip püsleyip karşısına çıkarmışlar. Ne var ki Leyla peçesini çekince, Halife hüsrana uğramış. Sanılmasın ki Leyla çirkinmiş ya da kötürüm veya yaşlı. Ama öyle sıradışı bir cazibesi yokmuş açıkcası.
Halife hayal kırıklığını saklayamamış."Leyla Leyla dedikleri bu mu Allah aşkına? Mecnun bunun neyine vurulmuş ki? Alelade bir kadın. Ne farkı var ötekilerden?"
Bunu duyan Leyla gülmüş. "Evet, ben Leyla'yım ama sen Mecnun değilsin ki" diye cevap vermiş.
*Bir hikaye daha.
İki seyyah bir şehirden ötekine gidiyormuş. Derken yollarının üstüne taşkın bir dere çıkmış.Tam suyu geçecekler, az ötede korkudan tir tir titreyen yapayalnız ve gencecik bir kadın görmüşler. Adamlardan biri hemen kadının yardımına koşmuş. Onu sırtına almış, suyu öylece aşmış. Sonra kadını derenin öte yakasında yere bırakıp iyi günler dilemiş.
Ancak yolun kalan kısmında öteki seyyahın ağzını bıçak açmamış. Somurttukça somurtuyor.Birkaç saat sonra suskunluğunu bozup: "Ne demeye o kadına yardım ettin? Bir de üstelik ona dokundun. Seni ayartabilirdi! Erkekle kadın böyle temas etsin, olacak iş mi!"
Kadını sırtında taşıyan seyyah sabırla gülümsemiş: " İyi de dostum, ben o genç kadını derenin karşısına geçirip orada bıraktım; sen ne demeye hala taşırsın?"
*Tüm dünyayı sel bassa, ördeğin umrunda olur mu?
*Ya şeytan ve cehennem bize bir hakikatı göstermek için anlatılmışsa, fakat biz daha sonra o hakikatı unutup basmakalıp ezberlerle yetinmişsek?
*Hİkayelere vakti olmayan bir insanın kainatı okumaya vakti yok demektir. En iyi hikayeleri Tanrı yazar, bilmez misin?
*Aşk bir milad demektir. Şayet 'aşktan önce' ve 'aşktan sonra' aynı insan olarak kalmışsak, yeterince sevmemişiz demektir.
*Aşkın olduğu yerde, er ya da geç ayrılık vardır.
*Başımıza beklenmedik rastlantılar ancak bunları karşılamaya hazır olduğumuz anlarda gelir.
*Hayat tıpkı satranç gibi. Bazı hamleleri kazanmak için yaparsın, bazı hamleleri de sırf oyunun akışı bunu gerektirdiği , doğrusu bu olduğu için yapar ve yenilirsin.
*Aşık oldukları adamı sevgileri aracılığıyla değiştirebileceklerini zannetmek biz kadınlara özgü kadim bir gafletmiş meğer.
*Sana verebileceğim tek şey şu içinde bulunduğumuz an!

Grey Gardens












Gecenin bir yarısı televizyona boş boş bakarken tesadüfen denk gelip izlemeye başladığım şahane film-belgesel. Kendi çapımda, Jessica Lange (Big Edie) ve Drew Barrymore (Little Edie) ikilisine tam not vererek araştırmaya başladığımda ise şimdiye kadar bu belgeselden bihaber olmuş olmam ilginçti.
İzlediğim 2009 yapımı olan film, aslında 1975 yılında pek çok önemli belgesele imza atan Maysles Kardeşlerin bize kazandırdığını öğrendim.

20 yaşında saçları dökülmeye başlayan Little Edie, kelliğini saklamak için peruk kullanmak yerine eşarp kullanmayı tercih ederek; değişik renk ve desenlerde kumaş parçaları, bir masa örtüsü, bir kazak hatta bazen bir eteği hünerli bir şekilde başına bağlamış, daha sonra da göz alıcı broşlarla boynunda tutturarak yepyeni bir tarz yaratmış ve pek çok moda devine öncülük yapmış. Calvin Klein, Marc Jacob, Chanel ve John Galliano gibi moda devleri, Little Edie'den ilham aldıklarını birçok kez itiraf etmiş. Marc Jacob, Little Edie ismini verdiği bir çanta bile tasarlamış.

Ayrıca, Albert Maysles ve gözlüğü olarak Maysles Kardeşler'i hatırlayanlar için buyrun :)